Antonio Cosentino - Duvar

Evet. Kente aniden bir duvar çekilmişti, inanamıyordum. Sınırlarını tam bilemediğim bir duvar. Şişli’den itibaren diğer tarafa geçemiyorduk. Birçok yerden benzer haberler geliyordu. Akıl almaz bir durumdu. Kimisi duvarı Bulgarların ördüğünü söylüyordu, kimisi malum işbirlikçi güçlerin. Durup dururken olabilir miydi böyle bir şey? Şişli tarafında güneye doğru giden tüm trafik meydandaki Ziraat Bankası’nın önünde kesiliyordu. Kontrol noktasına kadardı. Kentte bir duvar vardı. Öte tarafta tam olarak neler dönüyordu? Tüm herkes şaşkınlık, merak içindeydi. İlk birkaç günün şaşkınlığından sonra mı yıllar sonra mı tam hatırlamıyorum. Sanayi Mahallesi’nden eski bir demiryolcu arkadaşımla nihayet öte tarafa geçmiştim. Gördüklerim inanılmazdı. Kent neredeyse bomboş ve karanlıktı, sakindi. İlk dikkatimi çeken şey apartmanların düzgün ve kısa oluşuydu. Eski tüm yapılar tamir edilmiş-ediliyordu. Su oluklarına, kaldırımlara kadar düşünülmüştü. Caddelerde tek tük de olsa tramvaylar geçiyordu. İlk girdiğim evdekilerle aynı lisanı konuşuyorduk. Adam boşalan evlerdeki tüm oyuncakları toplamış gibiydi ve benim bir alıcı olduğumu düşünerek, öncelikle bana eften püften birtakım şeyler gösterdi. Oralı olmadığımı anladığında çıtayı biraz daha yükseltti ve bir sandıktan değerli sayılabilecek küçük heykeller ve porselen takımlar çıkardı, ama ben asıl hazinesinin eve girdiğimde oğlunun odasından geçerken şöyle göz ucuyla gördüğüm teneke oyuncaklar ve gazoz kapakları olduğunu görmüştüm. Kafasında beni ciddi alıcı kategorisine sokmadan bana bunları göstereceği yoktu. Metro hattına ne olmuştu? Burada çalışan bir metro görmemiştim. Zaman içinde oradan birçok insanla tanıştım, buluştum, yemek yedik. Herkes bu aniden beliren duvar konusunda suspustu. Hatta baş döndürücü bir anilikte gelişen bu sınır meselesine hiç de önemli değilmiş gibi davranıyorlardı. Merak ettiğim limana vardığımda ise işlettikleri birkaç gemi ile işleri idare ediyor gibi görünüyorlardı. Güvenli bir kent miydi? Emin olamadım. Güvenli gözüküyordu. En son savaşını işgal edilirken verdiği 560 yıl öncesinden sonra, duvar bu kentin gördüğü en acayip durumdu. Savaş falan olmadan bunun nasıl gerçekleştiği özellikle kuzey yakasında kimsenin cevaplayamadığı bir şeydi. Duvar denince burada insanların aklına gelen, kenti dışarıdan gelen saldırılara karşı koruyan surlardı, bunun dışında bir savaşın içinde yıkılan kentleri biliyordum. Yüzyıllar içinde oluşmuş caddeleri köşecikleri, hatıraları aniden büyük bir yıkımla kaybetmişlerdi ki bizim kent bunu sistematik bir biçimde kendi kendine halletmişti. Her köşesi özellikle son yüzyılda tıpkı bir bombardımandan sonra metruk hale gelmiş gibiydi, kırık döküktü. Benim bulduğum yoldan güney tarafa geçenler birçok izlenimle tekrar kuzey tarafına dönüyordu. Eski kentin her yerine tramvay hattı döşenmiş olması harika haberdi. Yıllarca söylenip istenmesine rağmen bu isteğe kimse oralı olmamış, kirli havanın uzun trafik sıkışıklarının içinde insanların ömürlerinin törpülenişine göz yummuşlardı. İkincisi bu duvarla ayrılmış eski kentte insanların seyrekliği, biz ziyareti yapan küçük gruplarca çok beğenilmişti. Neden olmasındı? Son kuzey kısmı o kadar kalabalık bir hale gelmişti ki, insanın hem gürültüden hem kirlilikten kusası gelmişti. Kısa zaman içinde diğer tarafta da gittiğim lokantalar, yüzdüğüm boş koylar, sohbet edebildiğim birçok insan oldu. Sevgilim bile oldu. Onunla yaz akşamları simsiyah denizlere yüzerek açılırdık. Etrafta kimse olmazdı, ben sadece çok açıldığımız zaman ayın ışığının bile kaybolduğunu gördüğümde geri dönmek arzusuna kapılırdım. Kendimi, limanın öğlen rüzgarla çalkalanarak bulanmış ama hala temiz sayılan sularının daha güvenli olduğu konusunda ikna ederken bulurdum. Bazen Laura ile kendimizi, yüzmek için gittiğimiz eski köprünün altında bir köşede, tek tük geçen tramvayların sesini dinlerken bulurduk. Onların, metal perçinli köprüyü zangırdatmalarından pek keyif alırdık. Poyrazın akşamüstü güneşinde su üzerinde yaptığı çeşitli oyunları izlerdik. Gözlerimiz, köprü altından geçen çatanaların baca kırıp geçişlerine istemeden takılırdı. Onun ince ellerini, bir şeyi kavrarkenki ince ellerinin hareketini, saçlarını, güneşin yüzünde çıkarttığı yeni kıvrımların biçimine bakmaktan ölesiye bir keyif alıyordum. Havluya ıslak kafamı koyduğumda tekrar kentin içinde, hem de tam göbeğinde denize yine girebiliyor olmaktan büyük sevinç duydum. Daha önce de söylediğim gibi zaten eski kent bir savaş yaşamamasına, yüzlerce yıl tek bir bomba, tek bir saldırı görmemesine rağmen kendi ahalisi tarafından yıkılması kararlaştırılan bir yerdi, ve yıkıldı da. Binlerce yılda özenle, bazen yaşamın, coğrafi şekillerin getirdiği zorunluluklarla ama bir şekilde elmas parçası gibi oluşmuş olan kent, çok değil, son yüzyıl içinde bir tek bomba atılmadan neredeyse tamamen yıkılmıştı. Bütün kıyıları hunharca yeni yerleşim yerleri açabilmek için milyarlarca metreküp toprakla doldurulmuştu. Sanki bu yeni duvar tüm bunlara kuvvetli bir ‘hayır!’ dedi. Kısa zaman sonra duvarla çevrelenmiş yeni kent (aslında kentin eski kısmı) kalabalık olmayan fakir nüfusu ile tıkır tıkır işleyen bir cihaza dönüştü. Fakirlik burada lanetlenmemişti. Yıkılmış birçok eski yapı eldeki kıt olanaklarla tekrar ayağa kaldırılıyor, etrafları temizleniyor, boyanıyordu. Şimdilik tek tük de olsa ortalarında bronzdan heykeller olan çeşmelerin fıskiyeleri güneşin ışıklarını cazırdatıyordu. Glasgow’da, Dunkerque’de, Elbing’de, Toronto’da, Haliç Camialtı’nda inşa edilmiş birbirinden güzel vapurlar biraz masraflı da olsa, onların denizde salınırken gözlere vereceği huzurun keyfini kaybetmemek için özenle restore ediliyor, insanlar bu vapurlarda soğuk biralar ve votkalar eşliğinde güneşin yüzlerine bıraktığı kırmızılık ile günlük rutin yolculuklarını yapıyordu. Günler içinde farkına vardım, Anhalter tren istasyonu yoktu. Belli ki eski sahipler bu binayı da yıkmıştı. Küçük gezintilerim sırasında sadece ağaçların arasına gömülmüş rayları, paslanmış eski çelik bağlantı köprülerini keşfedebildim. Neredeyse eski bir Bizans kilisesi görünümünde yapılmış olan bu büyük gar, üstüne işlenmiş onca emek ve anıyla yok olmuştu. Kalabalık eski kentin uğultusunu duyuyordum. Oradaki cangılda eminim ki hala pazar günleri çay bahçelerinde bir mutluluk türküsü söyleniyor, Velinimet parlak sıra gibi inci dişleri ile, poliyesterden yapılmış Roma replikası heykellerde olabilecek karalı duruşuyla, o heykellerdeki parmak ifadesi ile sesini sokaktaki hoparlörlerden, evdeki renkli ışıklı ölüm kutularından inletiyordu. Artık dönmek istemediğim, beni işkenceleriyle bıktıran bir sevgiliye benziyordu orası. Kafamda bir kenti terk etmeyi sevgiliden ayrılmaya benzettim, hayatımda olmasa da varlığı oralarda bir yerlerde duruyordu. Bir kentin yok olması ise sevgilinin ölümüne benziyor. Burada ambulans sesi yok muydu? Elbette vardı ama eski kentte öylesine fazlaydı ki, gece yarılarına kadar hiç durmaz, içlerinde hem bir yaşam hem de ölüm fikri ile serenat yapıp dururlardı. Sokaklarda onlardan ölesiye korktuğum zaman dilimini hiç unutmadım. Bu yeni kentte, bit pazarlarından topladığım, içinde eski hayatlar saklı olan birçok eşyanın yanında ilgimi fazlasıyla çekenler albümlerdi. Özellikle gidilmiş güney ülkelerinden hatıralarla oluşturulmuş olanlar. Bu albümlerde o mutlu yolculuk sırasında kalınmış otellerin kartları, yemek yenilen restoranların polaroid ile çekilmiş küçük resimleri, ünlü matadorların insanın hayvanı boyunduruk altına almak, gücünü test etmek için yüzlerce yılda inceltip arenalarda sundukları sanatlarına ilişkin toplanmış notlar, biletler, haritalar ve nice detay vardı. Bunları hazırlayan kişi, seyahatinin tüm detaylarını komşularına, sevdiklerine bir düzen içinde anlatabilecek olmanın ruh halini, zevkini albümlere yansıtmıştı. Sadece kaybolmuş anıların delilleri olan bu tür albümleri toplayan, onları loş bir hangarda sunan bir mekan geldi aklıma. Burada duvarla çevrelenmiş kentte yepyeni bir etkinlik oluşmuştu. Eskiden petrolle çalışan, kuvvetli arabaların motor bölümüne müdahaleler ile düzenlemeler yapılıyor, içlerine minik kentler, fabrikalar kuruluyor, düzenlemeler yapılıyor, ardından ışıklandırılıp en güzeli hangisi yarışmaları düzenleniyordu. Ayrıca, geçmişten kalan, yüz binlerce insanın içinde öldüğü kaza yapmış arabalar, belli bir estetik düzende, kazanın şekil verdiği kıvrımlar esas alınarak tekrar bir anıt-objeye dönüştürülüyor, belli noktalarda teşhir ediliyordu. İnsanlar zamanlarını uzun uzadıya bu oluşmuş kıvrımların detayları arasında, orada arta kalan insan dokularından yola çıkarak inceliyor ve yeniden raporlar düzenliyorlardı. Bu raporlarda gerçeğin tam kendisi, tıpkı bir polisiye dizide olduğu gibi kurbanın atomlarına kadar ayrılarak farklı, yeni bir bakış açısı çıkarmasını arzu eden laboratuvar görevlisinin titizliğinde açığa çıkarılıyordu. Kazaya sebebiyet veren psikolojik faktörler elbette göz ardı edilmeden, tüm unsurlar titizlikle gözden geçiriliyordu. Psikolojinin ayrı bir önemi vardı çünkü bu kazaların bir çoğunda unutulan şey sürücünün ruhsal durumunun tam olarak bu vahim hadise gerçekleşirken ne vaziyette olduğuydu. Nasıl bir sinir içinde, kime, neye kızgın olduğuydu. Sadece bir dikkatsizlikle açıklanamayacak olan küçük cehennem anları tekrar anlamlandırılmak için bu modeller üzerinden yeniden canlandırılıyordu. Eski kente dönecek olursam ay ışığını buğulayan tavuk kanadı, köfte dumanları arasında bir yüzyılı hatta bir binyılı geçirecek uykusu ile mahmurluğundan memnun, toplu taşıma araçları içinde kendinden daha yaratıcı, daha renkli bir kişiliğe sahip olduğunu aklına getirmeden, kedilerin köpeklerin komik kliplerini izleyerek zamanın peşinden sürüklenmeye devam ettiler. Bu öyle bir sürüklenişti ki; içinde ona bu zamanın bir gerçeğini hatırlatmak için durup işaret eden her şeyi haykırışla sebebini bilmediği öfkeyle, ince işler yapması beklenen elleri ile boğarak savuşturabilirdi, yeter ki ona hatırlatmasındı. Yeter ki o da bu akışta, diş gıcırtısıyla mayalanmış Oblomovkavari uykusunda rahat edebilsindi. Velinimet gidilecek yönü haykırarak söylüyordu, işaret parmağında birikmiş enerji, bir hidrojen santrali gücündeydi kuvvet simgesi olan bu el, bu parmak herkese ileride artık mağduriyetlerin yaşanmayacağını, altından kapısı olan bir eşiği işaret ediyordu. O büyük elin görünümü baş parmak içeride katlanmış olarak polyester dökümden imal edilerek neredeyse tüm meydanlara, tüm viyadük kavşaklarına konuşlandırıldı. Halkın en sevdiği heykel buydu. Öte tarafta sakin kentin sokaklarında parklarında gezinirken çimenlerin içinde kaldırım taşlarının arasında fark ettiğim detay bana çocukluğumu hatırlattı. Çocukken birçok şeyin koleksiyonunu yapardık; sigara kutuları, pullar, viski şişeleri, kibrit kutularının yanı sıra birde gazoz kapakları! En güzeli gazoz kapaklarıydı çünkü içleri kazındığında hem bir bonus çıkma ihtimali vardı hem de birçok şekilde yerde oynanan oyunlarda kullanılabiliyordu. Kentte her yerde yüz binlerce gazoz kapağı vardı, bana her açılmış olan kapak bir hülyayı, bir eğlenceyi, sohbeti, esenliği çağrıştırıyordu. Bu kapakları toplamak kısa sürede önemli işlerimin arasına girdi, her biri ayrı bir tasarıma sahip bu kapaklarla neler yapılmazdı ki? Kapakların sakladığı imgelemler sonsuzdu. Her birinin açılma sesi sakince beklediği yerde sanki ona eşlik ediyordu, tırtıklı etekleri ile sokakların, çimenlerin deniz anaları gibiydiler.

Kişiler eşyaları ile birlikte varlar. Bir döküme girişip bunları ağırlık cinsinden hesaplarsak karşımıza tonlarla ifade edilebilen bir yekün çıkar. İçinde yaşadığımız odacığı, evi, sarayı bu ağırlığın içine katmıyorum. O ayrı hesaplama konusu olarak bir kenarda dursun. Benim kastettiğim daha çok hayati ihtiyaçlardan başlayıp keyfe keder bir sürecin içinde yer alan eşyalar. Masamızın üzerinde biriken şeyler, elbiseler, ayakkabılar, kap kacak, birikenler, bir şeyi tekrar bir şeyin içinde saklamak için yapılmış kutular ve o şeyi tekrar başka bir kutuda sayılabilecek bir şeyin içinde istif etmeler. Daha uzadıkça uzayan bir liste. Tüm bunlardan kurtulmak için bir çabaya girişilse, inilebilecek en minimal düzeye inilse bile yine elde kalan birkaç şey çıkıyor. Bu eşyaların kendi içindeki düzeni de bir hayli karmaşık. Örneğin; yıkanmış bulaşıkların tezgahtaki düzeni. Topraktan, metalden sökümlenip plastiğe, alaşıma dönüşmüş, şekillenmiş kap kacak, her yıkanıştan sonra aldığı yepyeni düzenle bulaşık tahtası üzerinde bir satranç oyununun seyri gibi yepyeni görünümler oluşturuyor. Hep aynı düzeni de kurmaya çalışsak, ışığa bağlı olarak gelen yeni eşyalara bağlı olarak farklı düzenler oluşuyor. Tüm bu biriken eşyalar büyük bir liman kentinde tasnifi olanaksız şekilde onları kullanacak insanlara doğru yolculuk yaparak, yer değiştiriyorlar. Dünyanın kendisini imal etme sürecinde, eşyalar da kendi küçük varoluşuna açılmış bir kez. Kişiliği tanımlarken, kendisinin doğal bir uzantısı olan eşyalarının arasında zamanı beyhude anlamlandırmaya çalışan yaratık derim kendi kendime. Ardından trompet çantam geldi aklıma- ne kadar da minimize- bir küçük kutu içinde sonsuz varyasyonlar saklayan sarı metalden parlak alet. Trompetin yapılış şeklini düşününce ne kadar minimalde kalma düşleri beslesem de atölyeler geldi aklıma. Sarı tozlar, yağlar içinde sakin sabırlı ustalar. İşte bir laptop, tablet, kağıt, kalem yeter deriz, aklımıza tabletin, daktilonun, kurşunun süreçleri pek gelmez. Çalışanları göz ardı etme eğilimindeyizdir. Biz, küçük minimal bir dünya yaratmayı başarmışızdır. Buna kişiliğin tesellisi mi dense?


Kişiliğini devlete teslim etmiş bir hokkabazlar çetesi mi desem, aklım karışık. Sanki Bozkırkurdu’nun küçük el ilanı çantasındayım. Hiçbir şeye aldırış etmeden, boyuma posuma bakmadan beyaz bir takım elbise ile şarkı söylemeye başlayan seküler bir aziz kılığında tekrar başlamaktan başka bir yol bilen varsa gelsin. Hiçliğin elinde olmak cehennemde olmaktan iyi midir bilemedim ama marketlerde ve parklarda, binalara bakarak gördüğüm şeylere anlam vererek geçirdiğim zamanlar beni biraz vaktini Papalagi’yi tanımakla geçiren şefe benzetiyor. Yukarıdaki ifadelere göz atınca kendi ahalisi tarafından kendini imha eden bir kentle, başkaları tarafından yıkılmış bir kent arasındaki ortak kaderin, bu yıkımdan hemen biraz öncesinde iki kentin de büyük bir kötülüğe imza atmış olduklarını dikkatlice vurgulamadığımı fark ettim. Birbirlerine yaklaşan insan yavruları neden ağlatıyor artık beni? Onların karşılıklı olarak beslediği umudu kibirle karşılamamla mı ilgili? Ya da kendi çabalarımla beslediğim büyüttüğüm tüm her şeyin bana artık farklı gözüktüğüyle mi ilgili, tam bulamadım. Ağlama isteği gibi bir şey.